MOLLA SAIT ERTÜRK'ÜN YASAM ÖYKÜSÜ

MOLLA SAIT ERTÜRK'ÜN YASAM ÖYKÜSÜ

UlumulHikme.De

1926-1990

Babalarını ve bir çok yakınını Şeyh Said isyanı ile başlayan ve bütün bölgeyi bir yangın yerine çeviren ateşin ortasında kaybeden iki kardeş ( Hasan Ertürk ve Mansur) evlerini ve köylerini terkedip Palu' dan Urfa'ya göç ederler. Hasan 1926 de doğan oğluna Said adını verir.

Resmi eğitimden geçmeyen çocukluk çağının bitimine doğru 1940'larda küçük iplik atelyelerinde dokuma işçiliği ile iştigal etmeye başlar. 5-6 yıl süren bu süreden sonra 1947 de kendini Arapça ve İslami İlimlere verme kararı alır. Önce Urfa'nın tanınmış hocalarından Molla Hamid'den ders alır. 1951 de Urfa'dan ayrılarak Cizre, Midyat, Nusaybin dolaylarında çeşitli Medreseler'de özel dersler alır. Bir süre Bingöl ve Muş yörelerindeki Medreselerde kalır.

1956 da Malatya'ya göç ederek Merkeze bağlı Keşolar köyünde, geçimi köylü tarafından karşılanmak üzere imamlığa başlar. İki yıl sonra bu defa Akçadağ ilçesine bağlı bir başka köye, Şıhlar'a geçer. Burası, yörenin önde gelen Kadiri Şeyhleri'nden gelmektedir. Said Hoca'nın Camii'de ve Camii'nin dışında köylüler ile yaptığı sohbet ve konuşmalar, Şeyh'in ve çevresinin tepkisi ile karşılaşır. Bid'at ve hurafelerle uğraşmaktadır.

Şıhlar köyünde bulunduğu sırada askere çağrılır. Doğumdan ve bebekliğindeki bir darbeden dolayı bir ayağı aksamasına rağmen bir türlü sakat raporu alamaz ve her sevkedildiği hastaneden sağlamdır diye askeri birliğe geri gönderilir. Eğimde zorlanır. Sevkedildiği askeri hastane sakat raporu verilince terhis edilir.

Asker dönüşü Malatya'nın 15-20 km uzağındaki bir başka köye, Hacı Halil Çiftliğin'e yerleşir. 1960-61 yıllarını bu köyde geçirir. Bu arada 1960 darbesinden sonra din hizmetleri üzerinde devlet kontrolünü artırmak ve dini tebliğatı resmi din görevlileri aracılığıyla denetlemek amacıyla Diyanet Teşkilatı'nın yeniden organize edilmesi çalışmalarının bir sonucu olarak köy camilerine de kadro verilmeye başlanır. 1962 de yine merkeze bağlı Boran köyü camii vekil imamlığına tayin edilir. Böylece, Malatya'da memuriyeti başlar.

Malatya'nın köylerine taşındığı günden itibaren şehir merkezine her gidişinde ilginç ve yoğun bir fikir çevresi içinde bulur kendini. O zamana kadar yaşamadığı bu serbest tartışma ve düşünme ortamı O'nu cezbeder. Müftü İsmail Hatip Erzen[1] ile Büyük Doğucu terzi M. Said Çekmegil ile tanışır. Çekmegil O'nunla tanışmasının 60 lardan çok önce onluğunu söyler. "Boran'da genç bir Hoca iken, memleketi mezbebeliğe döndüren müstağriplere karşı beslediği buğzu saklamadığı için bazı zahmetleri olmuştu. Azimli direnişi ve Malatyalı mü'minlerin gayreti vesilesiyle şehre geldi. Emekli oluncaya kadar da Malatya'da namaz kıldırmaya memur olmuştu. Malatya değişik imtihanlı insanların çokça yaşadığı bir belde. Burada İ. H. Erzen gibi benzeri az görülen tavizsiz bir ifta mercii,[2] Bahaedin Bilhan gibi itidalli ve yiğit, değerli ilim adamlarının varlığıyla değerlenen bir yurt parçası.. Said Hoca yazılı bir eser vermedi ama Ahmed Ertürk[3] gibi münevver, bir evlat, Hikmet Zeyveli gibi ciddi ve araştırıcı bir talebe bıraktı. Bizler de kendilerinden müstefit olmuştuk." der.

Görev yaptığı her köyde sözünü sakınmaz kişiliği, sert uslupuna rağmen bir sevgi çemberi de oluşur. Boran köyünde de, köyün yoksul ve sade ama zeki, dürüst insanları ile camideki hutbe ve vaazlarının yanısıra akşamları evlerde yaptığı soyberlerle çevresi genişler. Köyün toprak ağasından bir Şeyh O'na cephe alır. Bir gün Hoca'nın Camide verdiği bir vaazı fırsat bilerek O'nu Müftülüğe ihbar eder. Erzen emekli olmuştur. Hakkında soruşturma açılır.

İddialar Hoca'nın Atatürk, İnönü, Gürsel'e hakaret etmesidir. Geçici olarak görevden uzaklaştırılır. Boran köyündeki ve daha önce bulunduğu köylerdeki dost insanların O'nu yalnız bırakmamasına ve etrafında bir dostluk halkası oluşturmalarına yol açar. 7-8 ay süren soruşturma yargılama sonunda beraat eder. Ceza olarak Arguvan' a sürgün edilir.

Arguvan ilçe merkezinde bir kaç memur dışında halkın tamamı Alevidir. Küçük bir Mescidden başka birşey yoktur. İlçenin 45 köyünden 34 ü alevidir. Yatkınık köyünün genç ve uyanık muhtarı, Arguvan'a bir imamın tayin edildiğini duyunca Müftü ve Kaymakam'a başvurarak kendi köylerine gönderilmesini ister. Böylece Hoca 1964 de ilçeye 2 saat mesafedeki bu köye yerleşir. o ve çevresindeki sünni köylerde çalışmasını sürdürür. Ahlak sahibi insanlar O'na kulak verirler. Dedelere ve Şeyhlere karşıdır, evliya kültünü yıkmaya çalışır. Alevi halk ile samimi diyaloglar kurar, şaşırırlar, onlardan dostları olur.1966 ya dek.

Büyük oğlu İlkokul'u bitirmiştir. Ortaokul'a gidebilmesi için Malatya'ya tayinini ister. Melekbaba Camii'nde göreve başlar, yanındaki iki odalı küçük lojmana yerleşir.

10 yıl köylerde ve çevrede süren hayattan sonra Malatya merkezine yerleşme, Hoca'nın ve çocuklarının hayatını etkiler. Erzen vefat etmiştir. O'nun boşluğunu Qur'an, Arapça ve diğer ilimlerle doldurmaya çalışır. O ve Çekmegil Malatya Okulu'nun temelini atmıştır. Bir çok genç onları dinler. Çekmegil'in Fikir Kulubu'nde her hafta düzenli olarak yapılan tartışma seansları bir çok konunun ilk kez gündeme geldiği bir atmosfer doğurur.

Said Hoca'nın Hasan Doğan, Nedim Altınkaya, Şeyho Duman,[4] İsmail Öztoprak üzerinde emeği geçer.

Hoca camide ve bitişiğindeki evinde çok sayıda talebeye Arapça, Tefsir, Akaid dersleri verir. Klasik tedrisatın dışında, belli bir metne bağlı olmaksızn özgür bir tartışma ortamı sağlar onlara.

Bulunduğu mahalle halkı ve Camii cemaatı ile sıcak temasları olur. Yerleşik değerleri sorgular. Düğün, sünnet, cenaze merasimlerinde onların içindedir.

Zaman zaman Malatya dışına çıkarak daha önceden tanıdığı Müslüman çevreler, ilim adamları ve gençler ile görüşür, konuşur. Elazığ, Bingöl, Diyarbakır, Urfa, Batman..

1970 lerde sık sık Ankara'ya gelir. Saatçi Musa Çağıl'ın karargahında Ankara'daki bir çok Müslüman ilim adamı, siyasetci, üniversiteli katılır. Ercüment Özkan, Süleyman Arslantaş, Kemal Kelleci, Sadık Kınıkoğlu, İhsan Arslan, Kemal Orhan, Zafer Yılmaz, H.Hüseyin Kalaycı[5], Eyup Hoca, M.Ali Baltaşı[6] vb..

Gençlerle konuşmayı sever. Malatya merkeze geldikten sonraki dönemde, o zaman en fazla Lise veya Üniversite çağında olan gençler ile beraber olmaktan hoşlanır. Metin Önal Mengüşoğlu,[7] Ömer Şevki Hotar, Murat Kapkıner, Cumali Ünaldı, Mehmet Özhan, Hüsamettin Yıldırım[8] vb. isimler.

Camii'nin iki odalı lojmanının küçük misafir odası, günün ve gecenin her saatinde ziyaretine gelenlere açıktır. Dostlarına açık izin vermiştir; gecenin hangi saatinde olursa olsun, gelip kapısını çalabilecektir. Kendi evinde oturulacaksa evin hanımını da hemen seferber eder ve ikramda kusur etmemeye çalışır. Dışarı çıkılacaksa da, ayağındaki aksamaya rağmen çocukları yaşındaki delikanlılar ile gidilecek her yere gider. Bazen gençlerin dinamizmine, ataklığına karşı bir itidal ve sabır öğretmeni olur, bazen de onları yeterince atak ve dinamik olmamakla eleştirerek onlara enerji aşılayan bir dinamodur.

1970 lerin 2. yarısından itibaren İstanbul'a da sık sık gelir. Her istanbul ziyareti, metropolun o tüketici, harcayıcı, ortamına canlılık katar. Dostları Muhittin Kasaroğlu, Ziya Aydın, Mehmet Demircan, Nurettin Can hocalar, Cahit Koytak, Necdet Koytak kardeşler, Yaşar Bostan ve Çengelköylü dostlar, Mehmet Durak, Mustafa ve Adnan Başdemir kardeşler..

1979 devrimiyle yeniden gençleşir. Devrim'in yaşadığı sarsıntıları aynı yoğunlukta hisseder. Şia eleştirilerini yumuşatır.

1980 darbesinden sonra çıkarılan erken emeklilik yasası, kendi isteğiyle erken emekliğe ayrılmak isteyenler yanında, zorunlu emeklilik de getirmiştir. Diyanet Hoca'yı 1982 de emekli ederek O'ndan kurtulur. İki odalı lojmandan olmuştur, dikili ağacı yoktur. 2-3 yıllık kiracılıktan sonra bazı dostlarının yardımı ile başını sokacağı bir ev sahibi olur.

Emeklilik sonrası ilmi çalışmalarını sürdürür. Sık sık Ankara, İstanbul, Bursa, Doğu ve Güneydoğu illerine seyahatlar yapar. Son aylarda ayaklarında başlayan ağrılar, O'nun yürümesini engeller, ızdırap çeker. Yılmadan seyahatlarını sürdürür.

1985 de prostat ameliyatı olur. Ankara ve İstanbul' da üst üste birkaç operasyon geçirir. Buna rağmen iyileşmez ve sonraki hayatı hep o iyileşmeyen prostatı ile geçer.

1990 da ayaklarındaki ağrıdan kurtulmak için Ankara Hacettepe Hastanesi'ne yatar. Bir ayağından geçirdiği ameliyatın iyi geçtiğini söyler doktorlar. Ümitlenir, ziyaretine gelenlere söyler. Öteki ayağına da bir ameliyat yapılacaktır. Yakasını bırakmayan prostattan ameliyat olacağı günün sabahı 4 Nisan'da vefat etti.

Vasiyeti üzerine Malatya' nın gecekondu mahallelerinden birinin mezarlığına gömüldü.

" Kadrini seng-i musallada bilip Baki

Durup el bağlayanlar yaran saf saf.

Merhumun cenaze namazı için saf bağlarken bu beyit zihnime takılmıştı der Arslantaş. Eski mahallelisi olarak kimler yoktu ki cenazesinde.. Geleneğini din tanımadı diye O'nun Camii boykot edenden, muska yazmadı diye O'nu techil edene; kabilecilik zihniyetiyle O'na düşman olandan, re'sen emekli edilir edilmez O'nu, Camii'n müştemilatı olan evden çıkarmaya zorlayana.. Bütün mahalleli oradaydı. Bunlardan biri, ve edip ederek Hoca'nın mezarını, bir süre önce ölmüş bulunan annesinin mezarına yakın bir yere kazdırmayı başardığını övünçle anlatır.

Hoca, vasiyeti ile Melekbabalılar'ı onurlandırmıştı. Onlar da şimdi bunun idrakindeydi ve bunu açıkça ifade edebiliyorlardı. Evet, Melekbabalılar, senelerce kamburlarını sırtında taşıyan Said Hoca'larının kadru kıymetini sengi musallada itiraf ediyorlardı.

Arslantaş O'nunla 1963 te tanışır. Malatya'nın çarşı camiilerinden Söğütlü'de, Şeyho Hoca'dan "İzhar" dersi okurken, Boran köyünün imamı diye tanıştırılmıştı. Boran doğduğu köydü. 5 yaşımdayken oradan şehrin kenar mahallelerinden Melekbaba'ya taşınmıştı.

"Önce sadece köyümden dolayı ilgimi çeşmişti. Sonra namaz kıldırırken aksaklığının farkına varmıştım. İlk müsbet etkilenişim ise, Şeyho Hoca'mın teeddübane teklifi üzerine, bana o günkü dersimi okutmasıyla başlamıştı. Bu ilk dersimden sonra o da benimle ilgilenmiş, köye gelecek olursam kendisini mutlaka aramamı tembihlemişti.

Said Hoca'mı doğduğum köyde ziyaret etmek nasip olmadı. 2 yıl sonra O, bizim köyden, daha doğrusu dokuzuncu köyden bizim mahalleye naklen gelecek ve gerçek beraberliğimiz ondan sonra başlayacaktı. Malatya dışında geçen yatılı lise ve ardından Üniversite yıllarımın tatilinde, Said Hoca benim için sadece bir Hoca değil, bir ağabey, bir dost, bir baba olacaktı.

Hasbi ve fedakardı.. İlim sahibini daha yücelten, fakat ne yazık ki bir çoğunda aradığımız nu haslet, Said Hoca'nın ayrılmaz bir vasfıydı adeta.

Mozmopolit mahallemizin kaza-bela sandığıydı o. "Dirijanlı"ların kan davasına varacak bir kavma mı başlattılar, Said Hoca faslederdi, yeni evli mahalle yiğidi, hanımını kıyasıya dövüp babası evine gönderdikten sonra bin pişman mı oldu; çareyi Said Hoca da ararlardı. Hasılı kapısı; mahallenin karakolu, mahkemesiydi. Bütün belalı işler O'nu bulurdu.

Hoca, bu belalı işleri fasletmek için aksak ayağıyla oradan oraya seğirtirken kan ter içinde kalırdı. Hem de, bir hün sonra bu zahmetlerinin nankörlükle karşılanacağını bile bile.

Muvahhid bir Müslümandı, Tevhid inancından zerre kadar taviz vermemişti. İlim adamıydı; ta'limi ve taallümü çok severdi. Alçak gönüllü ve tekellüfsüzdü. Cesur, pervasız ve militan ruhlu idi. Esprili idi ve esprileri severdi. Saplantısızdı; ikna olduğu her görüşü benimserdi.

Bazı zaafları da vardı: Siyaset yapmayı bilmezdi: En son söylenmesi gereken sözü en başta söyleyip, birçoklarını kendisine hasım yapabilirdi. Bazen Bektaşi-meşrepliği tutabilirdi. Detaylara indikçe, bazen genel bakış açısı daralabilirdi. Sevdiği insanların dolduruşuna gelebilirdi."

Tasavvuf: Keramet ve Rabıtacı masumiyetci tarikatlara karşıydı. İbnu Arabi'nin kitaplarını arabçasından okuduğunu Fevzi Özer'in terzihanesinde aylarca okuyup tartıştıklarını yazar oğlu Ahmet. 1964 Kıbrıs çıkartmasında evliyanın rolünden bahsederek "Hocam, bazı evliyanın Kıbrıs'ta Türk ordusu ile birlikte Rumalara karşı savaştığını görmüşler" diyenlere "ben öyle evliyanın...O nasıl evliyaki, Yahudi işgali altındaki Kudus'ü kurtarmak için İsrail'e karşı savaşmaz "diye gülerek cevap verir.[9]

[1] İHE Malatya'da çok büyük bir sorgulama çığırı açar. Vahhabi derler. Çekmegil gidip tanışır. Mescidlerde Kıbla tarafına levha açılmasına karşıdır Ezherlidir. Farzla sünnet arası okunam ihlasa karşıdır. Dinizi yıkıyor diye aleyhine imza toplarlar.

[2] Mısır'da eğitim gören Erzen , Ezher ıslahatının izleyicisidir. Arapça'ya ve islami ilimlere derin vukufiyeti vardır.

[3] "Babam İ.H.Erzen'in Malatya'daki son yıllarına yetişmiş olmasına ve O'nunla uzun süre birada buluamamasına rağmen, Çekmegil aracılığıyla O'nun yaklaşımlarını öğrenme imkanına sahip olmuştu. Böylece, kendisinde zaten mevcut olan araştırmacı ruh daha cesur ve sistematik bir sorgulama tavrı ile birleşerek sonraki düşünce ve mücadele hayatına yön veren temel çizgiyi oluşturuyordu. Daha önceleri de pek fazla sıcak bakmadığı, ama medreselerde aldığı terbiye sebebiyle yüksek sesle ifade etmeye cesaret edemediği geleneksel yorum ve değerlendirmelerle ilgili itirazlarını artık daha sistematik ve açık bir şekilde ifade etmeye başladı. Ve Çekmegil'in İ.H.Erzen'den devraldığı, ama biraz daha basitleştirerek ifade etmeye çalıştığı farklı yaklaşımları daha ilmi temellere oturtmakta önemli katkılarda bulundu.

Ama aralarında mevcut bir takım farklılıklar da giderek belirginleşmeye başlamıştı.

1.si başlangıçta bir uslup sorunu olarak ortaya çıkmıştı. Çekmegil'in vaktiyle "diyalektik" olarak adlandırdığı ve "Diyalektik Anlayışımız" isimli kitabında tanımlamaya çalıştığı bir tartışma uslubunu şiddetle uygulama eğilimindeydi. Çekmegil'in "diyalektik" olarak adlandırdığı bu yöntem, diyalektik'in bilinen anlamıyla tez-antitez çatışması ve sonuçta bir sentez'e ulaşılması sürecinden farklı olarak tez-antitez çatışmasını, ama sonuçta tez'in antitez'e üstünlük sağlamasını anlatmaktaydı. Bu anlamıyla diyalektik'in amacu, muhatabının düşünce sistematiğini bozarak onu tuzağa düşürmek, böylece tartışmada kendini, tezini savunamayacak duruma düşürmekti. Muhatabının mantık zincirini kırmayı ve O'nu teslim almayı hedefleyen bu uslup, giderek kendi kendini de yıkacak bir noktaya ulaştırılmıştı. Böylece, asıl amacı yıkmak ve bozmak olan bir tartışmadan verimli bir sonucun alınamayacağı açıktı.

Babamda tartışmalarında muhatabın düşünce yapısına karşı aynı ölçüde sarsıcı bir uslup kullanmasına rağmen karşısındakini mantık tuzaklarına düşürerek düşüncesini kabul ettirmeyi değil, konunun O'nun görmediği tarafını göstermeye yönelik daha ikna edici bir tavrı benimsiyordu. İkisinin uslubundaki ortak özellik olan sarsıcılık muhatabın zihnindeki geleneksel öncülleri hiç çekinmeden şiddetle sorgulama anlamına geliyordu. Ancak, birinde tartışma bir yenme-yenilme olayı olarak görülürken ötekinde bir açıklama ve ikna etme süreciydi. İnsanlar yebilmeye her zaman açıktırlar. Bu, Çekmegil'in diyalektiğinin çıkmazının en belirleyici faktörüdür.

2.si Müslümanların hayat karşısındaki tavrı ve yaşadığı dünyaya bakışı ile ilgiliydi. Aydınların mücadele boyutunu ilgilendiriyordu.

İslam düşünce tarihine kabaca bir göz attığımızda, başlıva 3 tür aydın tavrı ile karşılaşırız. 1.si yaşadığı toplumun siyasi ve idari otoritesine tam biat etmiş, genel toplumsal yapılanmaya karşı hiç bir itirazı olmayan, yalnızca toplumun ve bireylerin gündelik ve kişisel ihtiyaçlarına rahatlatıcı fetvalar bulmaya kendini adamış ilim adamı ve aydın tavrı. 2.si, toplumun genel yapılanma tarzına, siyasi ve sosyal otoritenin yapıp ettiklerine kayıtsız bir biçimde kendi özel dünyası içinde zihinsel fonksiyonlarını icra etmeye çalışan, daha çok spekülatif bir dünyanın sınırları içinde dolaşma eğiliminde olan yahut insanın varoluşsal ve sosyal konumu ile hiç bir ilgisi olmayan kolay ve basşt düşünce alanlarında gezinmeyi tercih eden bir aydın tavrı. 3. ve örnekleri çok fazla olmayan, ya da resmi tarihin kayıtlarına geçmemiş olan grup ise, insanı hem bireyselliği hem de toplumsal sistemi içindeki konumu ile ele alan, daha global bir yaklaşımı benimsemiş aydınlardan oluşur. Bu yaklaşım , hem insanın düşünce dünyasına, zihinsel ve moral değerlere, hem de içinde yaşadığı sisteme karşı duyarlı bir tavır gerektirir. Bu tavrın özü, sistemin insanın moral değerlerine ve düşünce kaynaklarına karşı uyguladığı yıpratıcı ve saptırıcı politikalar ile mücadele etmektir. Bu da tabii ki muhalefet demektir, sistem tarafından bozgunculukla suçlanmak demektir.

Babam ile Çekmegil arasında sözünü ettiğimiz önemli farklılık işte bu son iki aydın tavrı arasındaki tarihsel farklılığın bir izdüşümü niteliğindedir. Çekmegil daha çok ikinci aydın tavrına yakın iken Babam 3.grup içinde yer alma çabasındaydı.

Daha sonraki yıllarda Türkiye'de ve dünyada meydana gelen bazı siyasi ve fikri gelişmeler, bu iki tavır arasındaki farklılığı iyice kapanmaz hale getirdi. Bu durum, sadece Malatya'da ve sadece Babam ile Çekmegil arasında değil, tabii ki Türkiye genelinde, hatta bütün İslam dünyasında göründü.

Bir takım hurafelere ve farzları unutturan bazı dini törenlere karşı başlatılan sert mücadele ve adeta mason localarını andırır hale gelen bazı tarikatların gerisindeki mantığa yöneltilen şiddetli eleştiriler sebebiyle, özellikle 70 li yıllarda , Babama ve çevresindeki gençlere karşı sistematik bir karalama kampanyası başlatılmıştı. Bu kampanya "Vahhabilerle mücadele" adına yürütülüyordu. Vahhabilik o zamanlar sünnet düşmanlığı, mezhepsizlik ve tasavvuf düşmanlığı gibi eğilimlerin kaynağı ve hamisi olarak biliniyordu.

Bütün geleneksel kamplaşmaları, mücadele yöntemlerini ve stratejilerini kökünden sarsan İran Devrimi başlayınca bu defa Vahhabiler, Şia'ya karşı Ehli Sünnet'in hamisi konumuna büründü. Batı dünyasının desdeğini aldı. Malatya'daki saflaşmalar da alt üst oldu. Birden vahhabiliğin resmi ideolojisi oldığu ülke ile siyasi fikri bağlantıya girdiler. Suçladıkları çevrede de kopmalar oldu. Ehli Sünnet Cephesi ile uyumlu bir İslami mücadele anlayışı benimseyenler, babamın da içinde yer aldığı öteden beri savunduğu mücadele çizgisini değiştirmeden hakim sistemlerin empozelerine karşı çıkanlar.

Malatya 60 lı yılların sonundan başlayarak İslam kültürünün kritik gözle sorgulandı yerdi. Türkiye müslümanların gündemine Kur'an'ı yeniden sokmayı amaçlayan bu akımın öncülüğünü yapanlardan biri rahmetli babamdı.

Kuran ile doğrudan ve aracısız muhatap olmayı sağlayan Arapça öğretimine önem veriyordu. Genç kuşağın bu konudaki kayıtsızlığına üzülüyordu.

Lise çağlarında, Malatya'da müthiş bir kitap tüketme hırsına kendimizi kaptırdığımız yıllarda, bu yolun bizi Kur'an'ı anlamak için gerekli araçları edinmekten alıkoyacağını ve daha da önemlisi hizhinlerimizi körleştireceğini düşünerek bizleri sık sık uyarıyordu. Bir gün Hasan Hüseyin Kalaycı'nın rüzgarına kapılarak Dostoyevski okumaya kalkışmış ve ilk olarak hacmi fazla korkutucu olmayan Beyaz Geceler romanıyla başlamaya karar vermiştim. Kitapcıdan aldığım Romanı evde elimde görünce öfkelenmiş, elimden kaptığı gibi fırlatıp atmıştı. Bu olaydan sonra uzun bir süre elime roman almamıştım. Öfkesinin temelinde sanat edebiyat düşmanlığı yoktu. Babamın yegane amacı bizleri ve bütün talebelerini öncelikle Kur'an'ın bu zengin, kapsamlı ve aydınlatıcı dünyasına çekmeyi sağlamaktı. Genç kuşağın son yıllarda giderek artan oranda bütün engelleri atlayarak doğrudan Kur'an'a muhatap olmaya başladıklarını görmesi O'nun en büyük sevinciydi.

Ardında sayfalar üzerinde, kitaplık raflarında kımıltısız duran cansız işaretler ve nesneler değil, yaşayan, hareket eden, nefes alıp veren canlılar bıraktı. Malatya'da, İstanbul'da, Ankara'da, Elazığ'da ve daha bir çok mekanda O'nu rahmetle yadeden, hatırasını bütün canlılığıyla yaşatmaya azmeden, yokluğunun hüznünü özlediği bir dünyanın inşası yolunda attığı temelleri yiksektmenin coşkusuna dönüştürmeye çalışan insanlar.

[4] "37 yıllık arkadaşım... Urfa'dan Malatya'ya göçetmişlerdi. Sıtmapınar Camiinde Molla Camii dersleri okuduğumuz sıralarda birgün, sonradan damadı olacak akrabası Hüseyin Kiraz'la çıkıp geldi. Bir kaç dersi takipettikten sonra gelmedi. Hüseyin bizimle derslere devam etti. 1955 de tanıdığım Said Hoca ile daha sonra fikir arkadaşı oldum. Sonraki yıllarda Bingöllü Hacı Raşid'in evinde Miratu'l- Usul adlı Usulu-Fıkıh kitabını müzakere ettik. O günün şartları ve imkanları içerisinde bir hayli konularda birbirimize fikri ve ilmi yardımlarda bulunduk. Malatya'ya islam anlayışının neşrine yardım edem Erzen'in fikri olgunlaşmamızda büyük rolu oldu.

Müslümanları, özellikle belli bir gurubu bu hurafelerden kurtarabilmek için çok mücadele veriyor, verdiği mücadelenin sonunda bitap kalıyor, sinirleri boşalmış bir halde eve dönüyordu... Boran köyündeki bazı ilahlara dokunmamış olsaydı Bayram namazında yaptığı konuşmadan dolayı 12. maddeden mahkemeye sevkedilmezdi. Dinin parçası sayılan Mevlid'e, göldeki balıkların Kıbrıs savaşına gidemeyeceğine dair sözler sarf edilmemeliydi. ..Hutbalereinde "Ey namaz kılan müşrikler" diyebildiği için rahat bırakılmıyordu. Ramazan vaazlarında ortaklaşa vaaz ettiğimiz merkez Camiinde 2-3 saf cemaat bulamazken, hurafelerle cemaatı güldürüp eğlendiren "Cennetin duvarındaki delikten boşalan cehennemliklerin kan ve irinlerini mahkemeye vermek için cennetliklerin hiç bir avukat bulamadıklarından" bahsedenlerin vaazları cami dolusu cemaatla dinleniyordu."

[5] Kalem Dergisinde tefsir çalışmaları yayınlandı."İlk Mesajlar" adlı kitabında 7 sure tefsirini topladı." Hoca ile ilk tanışıklığımı hiç hatırlamıyorum. Geriye dönüp baktığımda sanki onunla hep tanışıklığımız var gibi geliyor bana. İlk gençlik yıllarımın en taze anıları, en canlı olayları, en çarpıcı günleri onunla birlikte geçmiş ve sürüp giden hayatımın bir dönüm noktasını teşkil etmiştir.

Malatya'da bulubduğumuz uzun bir dönemde, Hoca ile birden bire hızlı bir iletişim ortamında bulmuştum kendimi. Bu şansa sahip olmamda biraz da Malatya'nın Melekbaba bölgesinde ikamet etmemin payı vardı.

Bir haftalık okuldan uzaklaştırılma cezasına çarptırıldığım sırada arapça derslerimi takviye etmek izere gittiğim Melehpaşa Camii'nde O'nu daha yakından tanıma fırsatı buldum. Onunla sürdürdüğümüz 7 günlük arapça çalışması ile bu cazayı kolayca atlattım. Bu sürede tuttuğum gramer notları Hoca'nın engin arapça bilgisinin bir göstergesiydi.. Artık her fırsatta gidip geldiğim, görüştüğüm, sorup öğrendiğim bir arkadaştı benim için. Bildiklerini öğreten, gördüğü yanlışları düzelten, daha da önemlisi Kur'an okumayı öezndiren bir arkadaş..

Çok iyi Arapça biliyor ve bunu öğrencilerine düzeylerine göre öğretiyordu. İnsanlarla kurduğu kişisel ilişkilerde oldukça samimi, dürüst ve içtendi. Yaş, kişisel durum ve sosyal statü gözetmeden çok sıcak ilişkiler kurabilmesi sayesinde her topluluğa rahatlıkla girip çıkmış bildiği inandığı doğruları her yerde savunabildi. Evde, sokakta, camide, dernekte, kahvehanede, esnaf dükkanlarında, bulduğu her mekanda hemen bir sohbet havasına girilir ve bir ilim halkası oluşuverirdi. Sorular sorulur, cevaplar alınıp tartışılır ve birşeyler, mutlaka bir şeyle iz bırakırdı belleklerde.

Onunla Melekbaba'nın tozlu çamurlu yollarından; yaz kış demeden şehir merkezine doğru nice yürüyüşümüz oldu. Ve tüm bu yürüyeşlerde ondan yerli yersiz sorup öğrenmeye çabaladığım nice usanç verici sorularımı, bıkmadan arkadaşça dostça yanıtlamaya çalışması, bende öylesine bir etki bırakmıştı ki ilk gemçlik yıllarında başlayan bu hoca öğrenci ilişkisi hiderek perçinleşenecek ve ölünceye kadar sürecek bir dostluk bağı oluşacaktı.

Klasik İslami kültürü temsil eden birçok ulema gibi Said Hoca'da aynı kültürel ortamda yetişmiş, aynı dini kültürel havayı dolumuş olmasına rağmen, onda, kur'an'dın her zaman canlı, taze, diri, dinamik ve devrimci havasının yansıttığı fırtınaları izlemek mümkündü. O önce bir Kur'an öğrencisi sonra da bir Kur'an öğretmeniydi. Bir kültürel donukluğun ve durağanlığın ölü bir yazını yaşayan bu dönemde, o, Kur'an rüzgarını yansıtma savaşını vermekteydi. Birçok engellerin köşe başlarını tuttuğu bir dönemde böylesine bir savaşım vermenin sorumluluğunu yüklenmenin bilinciyle yola çıkmalıydı. Said Hoca'da ev ev, kekt kent uzanabildiği, gücünün yettiği yere kadar tüm Türkiye'yi dolaşarak Allah'ın dinini, hurafesiz bir biçimde tebliğ etmeye çalıştı. İslami bilgi adına birçok hurafeyi temsil eden değişik islami grupların önde gelenleriyle giriştiği hareketli tartışmaların bazılarını izleme şansına sahip olmuştur. tartışan tarafların giderek yükselen ses tonlarıyla ortaya koydukları tepkiler ve tartışma sırasında karşılıklı sunulan delillerin, zayıflık ve sağlamlığı bize işin ciddiyetini anlayan biz yaştaki gençlere, işe nereden başlayacağımız konusunda ipuçları verdi, ufkumuzu aydınlattı.

Said Hoca, en başta Kur'an'a olan vukufiyeti ve bunu sürüp giden yaşantının bir parçası yaparak Allah'ın kitabını hayatın yegane gündemi haline getirmek için verdiği ciddi ve kalıcı etkinliklerle, değerli bir alim ve bir aksiyon adamı olarak, onu tanıyanların hafızlarından uzun yıllar silinmeyecektir."

[6] Hoca'nın kendi ifadesi ile ferdi irşad öncelik tanıdığı en önemli konudur. Bireylerin tek tek eğitilmesine, bilinçlendirilmesine öncelik tanımak... Bu mücadele içinde Kur'an'ı anlamaya çalışan samimi bir kişinin Hoca'dan göreceği en büyük yardım hiç şüphesiz Arapça konusunda olacaktı. Said Hoca ile muhtemelen 1976 veya o yıllarda tanıştık. Tanıştığımız günden, elde ettiklerinin karşılığını görmek üzere Rabbimize döndüğü güne kadar geçen sürede hayatı ve mücadelesinin doğruluğuna tanık oldum."

[7] " Bir fotoğrafa bakıyorum. Siyah beyaz suretlerin işe yaradığı günlerden kalma. İşe yaramak ne kelime, herkesin eline geçmediği yıllardan kalma. Ora halli bir memur çocuğu olmama rağmen, eline geçen emsalsiz bir fırsatı değerlendirmenin gizli sevinciyle, tüysüz suratıma yüklediğim o bilgiç eda, o sahte ağırnaşlılık ve çocuksu heyecanımla tarif edilemez mutluluğumu gizleyemiyordum. Fotoğrafın arkasına poz verenlerin listesi: 13 kişi. Ama tarih yazmamışsın. Kara saçlı, kara bıyıklı, sakalsız ve dinç bir Said Ertürk Hoca: Said Çekmegil'le yanyana oturuyorlar. 1965 yılı olabilir mi? Malatya Fikir Kulubü tabelalı çalışmalarına henüz son vermemiş. Çekmegil'in terzi dükkanının hemen arkasında, bahçemsi bir mekanda Kulup çalışmaları sürüyor. Kış aylarında Çekmegil'in terzi dükkanının kapalı mekanında toplanıyoruz.

Fotoğrafın maksadı da şu: Kulup toplantılarının müdavimlerinden bir gurup havacı astsubay arkadaşın tayinleri çıkmıştı. Onlar ki, birçoğu ile hala haberdar olduğumuz çok değerli insanlardı. Tayin olup uzak diyarlara gidecek olan astsubay arkadaşların, hatırlıyorum uzun rica ısrarlarıyla çektirilmişti bu toplu fotoğraf. Kulubdeki o unutulmaz, o benzersiz birlikteliğin anısına çektirilmişti. Bakıyorum da, o günlerden geriye somut olarak bu fotoğraftan başka birşey kalmamış elimizde sahiden.

Çekmegil'in adate hayatının tüm safhalarını katarak büyük bir özveriyle sürdürülmesine katkıda bulunduğu bu kulup, liseli yıllarımda benim de zamanımın uzunca bir kısmını harcadığım bir tür yuvam olmuştu. Ailemin, öğretmenlerimin, Malatya' nın yerlisi arkadaşlarımın tüm uyarılarına karşın, öcüye sokulmaktan korkmaksızın, kulubun en genç üyesi olmanın zevkini ve onurunu her zaman taşıdım.

Kulubte hocalıklarını, ağabeyliklerini, üzerimdeki haklarını hiç unutmayacağım birkaç önder tanıdım. Bunlardan biri de Said Ertürk hocaydı. En önemlisi o da benim gibi Malatya'da bir Elazığlı' ydı. Durdurulmaz, kolay söz dinlemez bir tip miydim bilmiyorum, benimle çok uğraşırdı. Hoca'nın rahlei tedrisinde diz kırıp düzenli dersler aldığımı söyleyemem. Kimi arkadaşlarım ondan Arapça sarf nahiv öğrenirken, ben sosyal hayatın çeperlerini zorlayan sorularla hocayı bunaltıyordum, usandırıyordum. Ama o asla usanmazdı. Laf aramızda, kendisinden Arapça ders almaya gelen molla kılıklı insanlardansa bizden daha çok ümitliydi. Zira müslümanlaşma ve bilgilenme sürecini siyasal hassasiyetle sürdüremeyenlerden fazla ümitli değildi. Mevlithan veya namaz kıldırma, ezan okuma memurundan başka birşey olamazdı onlar. Bizse ateşle oynuyorduk nelki ama statüyü zorluyorduk; bu da Hocanın yüzünün gülmesine neden oluyordu. Hoca, bizim anarşist yanımızı seviyordu herhalde.

Çocuk felci ve çiçek gibi o dönemin moda bilumum hastalıklarını geçirmiş, doğuştan sakat kalmıştı. İçinde taşıdığı müthiş enerjiyi, o sakat ayaklarıyla, sağlamlara taş çıkartırcasına eyleme dönüştürüyordu. Ancak sakatlık psikolojisiylemi nedir, Hak adına daha birşeyler yapmamış olmanın acısını, ilgisini dinamik gençlere yönelterek gidermeğe çalışırdı.

Sahici alimlerdendi. Bir soru sorulduğunda, biliyorsa hemen bıkmadan, usanmadan, tüm teferruatıyla öğretmeye, aktarmaya çalışırdı. Kuşkulandığı konuları soranla birlikte araştırıp öğrenmek ve öğretmekten çekinmezdi. Her zaman öğretmen, her zaman öğrenciydi. Şablon bilgilerden, tabela düşünürlerden değildi. Kafasını kum yerine kitaplara gömmüş akademisyenlere de benzemezdi. İnsanlar arasında yaşayan, insanların tüm duygularını paylaşan, hoşgören ve en önemlisi bilmiyorum demesini bilen ender alimlerdendi.

Dünyadaki islami hareketlilik, son yy.da belirgin bir gelişme gösterdi. Türkiye'dede, son 30 yıldır bu gelişim sürecinde yerini alacağa benzemektedir. Bu süredeki gelişim ve katılım içinde Malatya Ekolu'nun önemli bir rolü olduğunu gözlemlemişizdir.

Özellikle ana kaynağa dönüş, bilimsel davranış, özenli ve doğru düşünüş ratzlarının yaygınlaşmasında, müslümanların kendi kafalarıyla düşünmeye özendirilmesinde, statükonun en çok fikir planında, bazen de eylem planında sorgulanmasında Malatya Ekolünün yeri ve önemi üzerinde ayrıca durulmalıdır. Ancak burada Malatya Ekolü içinde Said Hocanın mümtaz ve vazgeçilmez yerine işaret etmemek haksızlık olur. Arapçaya vukufu, mantık bilgisi ve diyalektikteki düzeyi O'nu hemen öne çkına bir şahsiyet kılıyordu.

Malatya Ekolü'nün en büyük farklılıklarından biri, belki de zaten kendiliğindenmişcesine doğallıkla kurulan birlikteliklerin arasındaki hususiyetti. Bir de insan ilişkilerinin luzumsuz feşrifatlarla boğulmaması, en küçük yaştaki üyenin, en büyük üyeyi fikir planında kıyasıya eleştirebilme alışkanlığıydı; ne çekmiştir hoca patavatsızlıklarımızın elinden, Allah bilir..

Lise öğrencisiydim. Okuluma kadar gelir, halimi hatırımı sorardı. Arkadaşlarım arasında koca adamlarla arkadaşlık eden erken kocamış bir adam gibiydim. Biz O'nu aramadık mı özler, o bizi arardı. Resmiyetlere prim vermeyen sahici kardeşlik ilişkisi ve hukuku vardı aramızda. gecenin içinde, dördünde, bekar mantığımızla kapısını öalıp uyandırdığımız, sabahlara kadar rahatsız ettiğimiz, kendisinin de bundan hesapsız zevk aldığını farkettiğimiz az mı oldu?

Said Hoca'nın, Çağdaşı Türkiye'li hocalardan en bariz farkı, sistemle sahici kavgasıydı. Hocaların çoğunun sisteme entegre olduğu bir dönemde, Said Hoca gemileri yakıp, cümle putları deviren cinstendi. Sürekli sürgünler, kovuşturmalar, kovulmalar yaşadı. Yedeğinde, siteme karşı hiçbir zaman taviz vermedi. Defalarda yukarıdan uyarılır, üç kuruşluk ekmeğinin gideceğinden asla korkmazdı. Hanede yığınla evladu ıyal da varken..

Türkiyeli hoca takımının büyük çoğunluğunun, hocalığın halk ve yönetenler nezdindeki nimetlerini devşirdiği bir ortamda, o bu tür nimettense külfeti tercih ediyordu. Türkiye'de özellikle sistemin baskı gücünden çok, sanıldığının aksine halk yığınlarının gizli bir baskı gücü vardır. Halk, alışkanlıklarını din edinmiştir. Bunların karşısında olanları arasına almaz, dışlar. Said Hoca en çok da bu dışlanmadan korkmamıştır. Hakkı karşısına almaktansa halka ters düşmeyi seçmiştir çoğu zaman. Bu yüzden iftiralara uğramış, tehdit edilmiştir.

Fakulte'ye okumak için geleceğim yıl, hocanın yanına gittim. Çok sıkıntılı ve üzüntülüydüm. O güzelim birlikteliklerin ardından İstanbul' da yalnız kalma korkum vardı. Öyle de oldu ya nitekim, uzun yıllar yalnızlık çektim. Bizim gibi düşünmeyenlerle ülfet etmek, anlaşmak zordu. En çok müslümanlardan çekiyor, en çok onlarla anlaşmazlığa düşüyordum. Neyse Hoca'ya gittim. İstanbul'a kime gideyim, nereye başvurayım diye sordum. Hayli düşündü. O yıllarda şimdiki kadar ünlü olmayan Molla S.den sözetti. O'na git, ola ki aradığını bulasın, dedi. İstanbul'da Molla S.yi biliyorlardı. Aramaya fırsat kalmadan bir günlük gazetede Mollanın yazı dizisi çıkmaya başlamıştı. Okudum, şaşırdım. Molla, ortodosca bir edayla içtihat kapısının kapalı olduğundan bahsediyordu. benim özgürlükçü hocam nasıl olmuştu da bana böyle klasik kafalı bir adamla tanışmamı önermişti? Derhal Malatya'ya gittim. yazıdan sözettim, haberi vardı. herhalde biraz da darıldım. Hoca gülümsedi. "Yavrum o adam bu yazdıklarına inanmıyor aslında, sadece acıkmış" dedi. Bir hüzün bastı vucudumu. Terledim. Bir ağaç kökünü kemirmek kadar zor da olsa yalnızlığı tercih etmeğe adeta mahkum olduğumu hisettim o zaman. Hoca da kimseyi ömermedi artık bana.

Malatya'da Foto Moda'nın çektiği siyah beyaz bir fotoğrafa bakıyorum. Bu fotoğrafdaki samimi birlikteliğin mimarlarından biri olan Said Hoca ve damadı Hüseyin Kiraz artık aramızda yoklar. Bir de çok istemelerine rağmen bu fotoğrafa giremeyen Fevzi Özer ve Alaaddin Gürün de aramızda yoklar. Zaman nasıl bu kadar çabuk geçer, anlamıyorum? Dünkü beraberliklerin tadı hala damaklarımızda..

Noksanlıkları görünmeyen bedeninin üst tarafını flaşın konusu eden fotoğrafa bakıyorum. İnandıklarından, düşündüklerinden biriktirdiği potansiyel gücü enerjiye döndüğü zaman çevresinde ben dahil evladı yaşındaki genç insanlara taş çıkartırdı. Onunla yürümekten yorulur, onunla tartışmaktan yorulur, onunla düşünmekten yorulurduk. yalnızca bilimsel, düşünsel birikimiyle değil, fiziksel enerjisiyle de önderimizdi.

F.Özer'in terzi dükkanında Fususul Hikem'i okurduk. Biz okurduk; o dinler, tartışır ve şerhederdi. Saat gece yarılarını geçerdi. Biz, kendimizi eve zor atar, çok kere sabah namazını araya kaynatır, ancak öğlen saatlerinde uyanırdık. O ise sabah namazını mescidde kıldırır, kahvaltıdan sonra öğrenci okutur, sonra çarşıya çıkar, öğlene kadar ortalığı turlar, öğlen namazına görevli olduğu Mescide geri döner kavuşurdu. Biz ise ancak ikindi üzeri toparlanıp soluğu çarşıda alırdık. çarşı bizim için Sofular Kahvesiydi.

Bizimle Yılmaz Güney'in filimlerini izlemeye gelir, onun haksızlıklar karşısında şahlanan naralarını alkışlardı. Fiili kavgalarda bile gençlerin uzağında değildi.

Özellikle evlendikten sonra pasif bir yaşamı seçen eski mücadeleci insanları hiç bağışlamaz, onları ağır ifadelerle suçlardı.

Çingeleler, külhanbeyleri, müftüler, tabipler, tüccarlar, büyük bürokratlar, onun tebliğ şemsiyesinin altında bulunurlardı. Zalim sultana karşı hakkı söylemesiyle peygamber övgüsüne layık olmuş insanların soyundandı. Müthiş örnek bir cesareti vardı.

Müslümanların arasında aynı bünyeden üremiş kötü huylu bir mikrop, bir ur gibi büyüyen, yobaz, bidatçı, hurafeci, istismarcı hacı hoca takımını teşhis etmede ve onlarla başetmede özel yöntemleri vardı. Kimsenin kolay kolay beceremeyeceği enprilerle, ironilerle hasımlarını dize getirirdi. haktan, hakikattan sağlıklı delilleri zaten bulunmayan bu tür ham softaların Said Hoca'dan ödleri kopardı. çevresinde sürekli genç, dinamik araştırıcı ve vurucu müslümanları bulunduran, onlarla bulunmaktan hesapsız zevk duyan Hoca, elbette resmi dindarlarla, ruhu ihtiyarlamışların hedefi olacaktı.

Bu bakımdan onun telifatı, en az evaltları kadar değer ve emek verdiği o zamanın genç, şimdilerin orta yaşlı kuşağı, benim kuşağımdı. Üzerimizdeki samimi emeğinin hakkını nasıl öderiz? Ola ki Allah'tan bir merhamet ola. Zira ki biz ona dünya gözüyle bizden görmeği umduğu ikbali gösteremedik.

İlk öykü kitabım Gavur Kayırıcılar'ın Aşık Ahmet öyküsündeki meşhur topal İsmail Hoca, Said Hocaydı. Bir çok arkadaşımla birlikte benim de manevi mimarlarımdan birisiydi. sanki öcülerle, çarpıtılmalarla, manevi tokatlarla korkutulmuş müslüman bir kitlenin zincirleri kırmaktaki cesaret kaynağıydı o. Tabulara, putlara, taputlara ilk dokunan, dokununca kendisine hiçbirşey olmayan, bizi de bu cesaretiyle utandırıp arkasına katan yüce mimarlardan biriydi o.

Said Hoca sözkonusu edildiğinde neden ben hep kendimi amlatıyorum? Bir mimarı anlatmakla, eserini anlatmak aynı şeyde ondan herhalde. Üzerimizdeki emeğini inşallah unutmayacağız.

Büyük bir kitlesi irtidatla buruna gelmiş, bir kitlesi nemelazımcı, bir kitlesi günlük politikanın hışmına uğrayarak felef olmuş bir kuşağın arasından böylesi sağlam mantıklı, çağdaş sorunlara eğilebilen, islamın espirisini kavramış bir insan nasıl çıkmıştı? Üstelik çoğunun arza ayak basmayıp bulutlarda gezdiği, para almasa namaz bile kıldırmayacak olan hoca takımı arasından böyle bir insan.

Said Hocanın bana da hocalık etmiş olmasının avantajlarını dünyada olabildiğince kullandım ve kullanacağımda inşallah. Ümid ederim ahirette de bunun belli avantajları olur."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

@templatesyard