Zikte sürgünleri "alinti"

Zikte sürgünleri "alinti"

SÜRGÜN-I Elveda Doğduğum Toprak

Yazar İletişim: muhyeddinaydar@otmail.com

O yaz bütün hayat damarları kurumuş gibi durgun ve sakindi. Artık kıyılarında kadın ve kızların çamaşır yıkarken attıkları kahkahalar ve sevdiklerine besteledikleri türküler duyulmuyordu. Taşkın haldeyken sürükleyip getirdiği, bir ganimet malı gibi sağa sola serpiştirdiği ağaç kütükleri ve odun parçalarını kıyılara çeken erkeklerin bağrışmaları ve bazen sevinçlerinden çektikleri halay sesleri de duyulmuyordu. Her tarafı hüzün ve ölüm sessizliği almıştı. Bir canlının iç organları gibi ona hayat veren balıklar, yengeçler, yılanlar ve su kaplumbağaları derinliklerindeki kaya oyuklarına sığınmış hareketsiz duruyorlardı; bitkisel hayata girmiş gibiydi, bütün fonksiyonları durmuştu. Böyle bir zamanı yaşıyordu MURAT.

O yıllar çok acılara şahit olmuştu Murat nehri, aralarından kıvrılarak aktığı dağların yamaçlarına konuşlanmış Zıkté köylerinin cayır cayır yandığını, insanların cocuk, kadın, ihtiyar demeden kurşunlandığını, çocukların ve kadınların nasıl acımasızca süngülendiğini; işledikleri bu ayıpların görünmemesi için onlarca maznunun parçalanmış cesetlerini kendi sığ sularına bırakıldığını; bugün sadece kemiklerinin kendi tortuları arasında kaldığını hiç, ama hiç unutmadı.

O. İnsanoğlunun kendisine yüklediği bu ayıplarının acısına dayanamayıp zaman zaman taşıp etrafına zarar verirken, insanlar onun bu isyanının; bu kadar acı bir yüke dayanamadığından ve ” ey! İnsanoğlu alın size ayıplarınız,” dercesine süngülenen, öldürülen çocuk kemiklerini sağa sola serperek ayıplarını yüzlerine vurduğunu hiç anlamadılar, anlamadıkları bir çok olaylar gibi.

Yerel tarihte adına séra véşayi (köylerin yakıldığı yıl) dedikleri 1926-27 yılları, aynı zamanda sürgünlerin de başladığı yılardı. Fatma Hanım köylülerinden helallık istemek için müfrezeden kısa bir süre koparabilmişti. Kadınlar ağlaşıyor, kızların gözleri bulgu bulgu yaşlarla dolmuştu. Erkekler ise zaten birkaç ihtiyardan başka kimse yoktu; kimi öldürülmüş, kimi tutuklanmış, kimi ise kayıplara karışmıştı. Yiğit olanlar dağlara çekilmiş topraklarını terk etmiyorlardı.

Bir tümsekten seslenen Fatma Hanım, “hakkınızı helal edin ey! Analar, bacılar. Sizler de güzel kızlarım. Bir gün mutlaka döneceğim topraklarıma; çok zülüm gördü bu topraklar, çok analar da ağladı bizim gibi, hepimiz gibi. Koç yiğitler feda ettik bu uğurda, iplerde sallandılar. Sallandıkça güçlenecekler, güçleneceğiz çünkü biz ne toprağa ne de insana zulmettik, hep maznunun yanındaydık bunu Allah! Biliyor. Ve inanıyorum ki, bir gün gelecek hak tecelli edecektir, koç gibi yiğitler yetişecek köylerimiz ve yaylarlımız tekrar şenlenecek, Güneş ufuktan karanlığı def edecek, can yakan ateşler sönecek, bahar ateşi yine yükselecek. Tekrar ediyorum hakkınızı helal edin, bu gidişin bir dönüşü olacak mı? demeyin, mutlak olacak ama ölü ama diri.” Çocuk, kadın, kız ağlaşarak “helal olsun FATMA ANA, helal olsun HONIMÊ DIK, helal olsun hanımların en çilelisi feda olsun bu canlar sana,” hep birlikte tekbir getirdiler ağıtlar yaktılar. Müfreze çemberi içinde üç çocuğuyla birlikte Fatma ananın bir bilinmeze doğru sürgün yolculuğu başlamıştı.

Murat nehri kıyısına kadar köylüleri onu terk etmedi, hazırladıkları sala çıktı, sal üzerinde dimdik ayaktaydı yaralı bir Panter’i andırıyordu. Murat Nehri böyle onurlu bir anayı incitmemecesine kadife yumuşaklığıyla onu karşı kıyıya taşıdı. Kucağında henüz bir yaşındaki kızı Perişan ve eteğine yapışıp neye uğradıklarını bilmeyen 4 yaşındaki oğlu Ahmet ve 6 yaşındaki Atik ile birlikte son birkez Murat nehri karşı kıyısından köyü Dik’e ve onu uğurlayan köylülerine baktı. Yüreği acı doluydu eşi Hacı SADIK BEY idam edilmiş, Zikté köyleri yakılmış yıkılmış bununla da yetinilmeyip kendisi ve çocukları bir bilinmeze sürgün edilmişlerdi. Son kez karşıdaki köyü ve çılkani ovasının gözle görülür son ufuk noktasına bakarak “ELVEDA DOĞDUĞUM TOPRAK” derken bir müfrezenin, ‘haydi! Durma yürü’ sesiyle kendine geldi. Çevresindeki müfrezelere “yürüyeceğim! Ama bir millet yürüyecek benimle” diyerek sol kolunun arasında tutuğu küçücük Perişan’ı kucaklayıp sağ eliyle Ahmet’i tutarak oğlu Atik ile birlikte Valér’e (Çaytepe) doğru yol aldılar.

Valér’e vardıklarında öğle saatleydi. Fatma ana kucağında taşıdığı çocuğunu hiç bırakmadı, yorgun ve bitkindi. Ahmet ve Atik yürüyemez haldeydi. Temmuz ayının sıcaklığı ve açlık onları bitkin düşürmüştü. Bu yolculuk esnasında götürmeyi düşündüğü küçük kızı Perişan’ın bu sürgüne dayanamayacağını inanmış ve canından bir parça olan bu ciğerini Çay Tepe’de tanıdık bir aileye bırakmaya karar vermişti.

Çay Tepe’de halk hanımı karşılaşmak ve vedalaşmak için toplanmıştı, kısa süren bu vedalaşma anında kendisi için hayatının en acı olanını yaptı. Bir yaşındaki kızı Perişan’ı sardı sarmaladı son kez bağrına basarak ‘Sallah Bey” ailesine teslim etti. Bitkindi konuşacak hali kalmamıştı gözlerinden iki damla gözyaşı şakaklarından aşağı doğru süzüldü, bütün köylüler bu zor anı susarak izlediler, o güne kadar Fatma Ananın ağladığını kimse görmemişti. “Bu evladım size emanet, sizler de Allah’a emanet olun, hakkınızı helal edin,” diyerek diğer köylerden getirilen sürgün ailelere karıştı, ayaklarına zincirlerden palangalar vurdular, bu haliyle birbirine bağlı olan sürgün kafilesi Genç’e doğru yol almaya başladı. Çay Tepe düzlüğünün bittiği yerde son bir kez dönüp arkasına baktı. Perişan’ı çok uzaktaydı ağlama sesleri kulağını tırmalıyordu perişandı bikes ti.

Sürgün kafilesi Genç’e vardığında her tarafı gecenin karanlığı sarmıştı. Ama geride herkesin kafasını kurcalayan bir soru vardı. Beyin DİK’teki Hanımı sürgün edilirken Çay Tepe’deki Hanıma ve çocuklarına neden dokunulmamıştı? İnsanların bir türlü cevabını bulamadığı bu sorunun sırrı, Hacı Sadık Beyin idamından sonra aşiret reisliğine getirilen oğlu RIZA BEY’in öldürülmesinde saklıydı

Bütün baskılara rağmen dağılmayan ve çözülmeyen Zıkté’nin direncinin kırılması ve dağılması için oyun bu kez farklı oynanacaktı.

Devam edecek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

@templatesyard